Devlet, sınıf egemenliğinin bir ifadesidir. Sınıfsal özü ve biçimi ne olursa olsun, devlet egemen sınıfın ya da sınıfların devletidir; egemen sınıfların ekonomik, siyasal toplumsal çıkarlarını korumak, geliştirmek ve savunmak için, elindeki bütün organ ve olanaklarla, diğer sınıf ve tabakaları zor altında tutar; onlara baskı uygular ve çeşitli yöntem ve araçlarla onları koşullandırmaya çalışır. Burjuva diktatörlükleri için de bu böyledir. Ancak burjuva diktatörlükleri sömüren egemen azınlığın sömürülen bağımlı çoğunluk üzerindeki sınıf diktatörlüğü iken, proletarya diktatörlüğü, devleti ele geçirmiş bulunan ve yeni baştan örgütleyen eski ezilen çoğunluğun proletarya önderliğinde eski sömürücü azınlık üzerindeki diktatörlüğüdür.
Sınıf temeli olmayan bir devlet, sınıflar üstü bir devlet, sınıf mücadelesinde taraf olmayan bir devlet yoktur; olamaz da. Türk devleti de, gerek ulusal gerekse uluslararası planda süren hegomanya ve sınıf çatışmaları içinde, sınıfsal içeriğine uygun bir biçimde, taraftır.
Türk devleti kimden taraftır? Türk devleti, Dünya ölçeğinde varlıklarını sürdüren başlıca çelişmeler ele alındığında, görülecektir ki: Emperyalizm ve sosyal emperyalizm ile dünya halkları arasındaki çelişmede, başta kendi halkı ve Kürt halkı olmak üzere, ezilen dünya halklarına karşı emperyalizm safında yer almaktadır.
Emperyalizm ile sosyal emperyalizm arasındaki çelişmede, yine emperyalizmin yanındadır ve sosyal emperyalizme karşı tavır almıştır.
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişmede, çelişmenin kapitalizm yönünde yerini almıştır.
Burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmede, başta çeşitli milliyetlerden oluşan kendi proletaryası olmak üzere, dünya proletaryasına karşı dünya burjuvazisinin saflarında yerini almıştır.
Neden?
Devletin, sınıf egemenliğinin bir ifadesi ve aracı olduğu, doğru bir tanımlamadır. Ancak yarı sömürgelerde devlet egemenliğini elinde tutanların sınıfsal ve ulusal yapıları ile gerçek anlamda bağımsız ve egemen burjuva devletlerin egemenlerinin sınıfsal ve ulusal yapıları birbirlerinden farklıdır. Örneğin ABD, gerçekten Amerikan tekelci burjuvazisinin; İngiltere, İngiliz tekelci burjuvazisinin; Fransa, Fransız tekelci burjuvazisinin bağımsız ve egemen devletidir; sınıf diktatörlükleridir. Bu nedenle Amerikan, İngiliz, Fransız devletleri, esas olarak bu ülkelerin tekelci burjuvalarının sınıf çıkarlarına ulusal ve uluslararası planda hizmet eden birer araç iken, Türk devleti ve demokratik devrimini tamamlamamış yarı sömürge benzerleri için aynı şeyleri söyleyemeyiz; çünkü Türk devleti, tek başına Türk egemen sınıflarının devleti değildir. Bir yanıyla, Türk egemen sınıfları ekonomik ve siyasal anlamda kendi başlarına bağımsız ve egemen değildir. Türk devleti bu nedenle, başta ABD emperyalistleri olmak üzere, Türkiye ile yoğun ilişkiler içinde bulunan emperyalist ülkelerin burjuvazisinin de işbirlikçileri ile ittifakı temelindeki devletidir. Öte yandan Türk devleti, aynı zamanda Kürt işbirlikçi hainlerin de devletidir. Bu nedenledir ki Türk devleti, yalnızca Türk egemen sınıflarının yani büyük burjuvazi ve toprak ağalarının çeşitli milliyetlerden Türkiye-Kürdistan proletaryası, köylülüğü, şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazisi üzerindeki baskı aracı değil, aynı zamanda emperyalist baskı ve boyunduruğun da bir aracıdır. Sömürgeci terör ve zulmün de bir aracı olan Türk devletinin, yalnız kendi halkına değil, ezilen dünya halklarına karşı da bir mücadele aracı olmasının nedeni budur. 1950’lerde Kore Devrimi’ne karşı, Kore’nin devrimci işçilerine, yoksul köylülerine karşı “hür demokratik rejim”i korumak safsataları ile Kore gericiliğinin ve onun destekleyicisi olan dünya gericiliğinin saflarında savaşa katılması, emperyalist saldırı örgütü NATO’nun vurucu güçlerinden biri olarak açıkça tutum belirlemesi bu nedenledir. Görüleceği gibi Türk ordusu, yalnızca kendi halkına karşı değil, devrim isteğiyle başkaldıran diğer halklara karşı da kullanılmaktadır. Türk devleti, emperyalistler arası bir çatışma söz konusu oduğu zaman, yeni bir paylaşım savaşı söz konusu olduğu zaman, bağlı bulunduğu emperyalist saflarda, NATO saflarında “hür demokratik rejim” için savaşa katılacaktır. Bağımsız ve egemen bir iradeye sahip olmadığı için, emperyalizmin çıkarlarına göre tutum belirlemekten başka yolu yoktur.
12 Eylül darbesi, gecekondu anlayışı ile faşistleştirilmiş devletin yeni baştan, sağlam temeller üzerinde örgütlenmesini, yani restorasyonunu gündemine alırken, devlet egemenliğini işbirliği ve ittifaklar temelinde elinde bulunduran sınıf güçlerinin konumlarında da köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Eski egemen sınıfların, yeni işbirlikçi burjuvazi ve toprak ağalarının devlet iktidarından dıştalanmaları söz konusu değildir. Ancak yönetimdeki ağırlık belirgin biçimde, komprador-asker-bürokratlar eliyle ABD’nin eline geçmiştir. Buna bağlı olarak, Kürdistan’ın sömürge statüsü değişmemiş, yalnız eskiye oranla ABD’nin Kürdistan üzerindeki etkilerinin çoğalmasının yolu açılmıştır. Kürt işbirlikçi hainler daha önce işbirlikçi burjuvazi ile ittifak içinde iken, bu kez eski ittifakı sürdürmenin yanı sıra esas olarak yeni yönetimde söz sahibi olan asker-bürokrat-kompradorlarla ilişkilerini geliştireceklerdir.
Şöyle ki: 12 Eylül öncesi devlet yönetimi, toprak ağaları ile ittifak içinde bulunan emperyalizmin işbirlikçisi olan büyük burjuvazinin elindedir. İşbirlikçi burjuvazi ve toprak ağaları, egemen sınıflar ittifakını oluşturmaktadırlar. Bu egemenlik emperyalizmden can almaktadır ve ona can katmaktadır. Devlet, görünürde siyasi bağımsızlığı olan egemen bir devlettir. Oysa gerçek böyle değildir. Türk devleti biçimsel bir egemenliğe ve siyasi bağımsızlığa sahiptir. Ekonomik, askeri ve siyasi olarak kendi başına bağımsız ve egemen bir devlet değildir. Başta ABD ve Batı Alman emperyalizmi olmak üzere, emperyalizme bağımlıdır. Bu nedenle devlet, sadece işbirlikçi burjuvazinin ve toprak ağalarının Kürt işbirlikçi hainleri ile ittifakına dayanan devleti değil, ekonomik bağımlılığı ve bu bağımlılığın diğer alanlara yansıması oranında emperyalizmin de devletidir. Yani Türk devleti söylendiği gibi ulusal egemenliği olan bir devlet değildir. Ancak devletin yönetimine egemen olan esas güç, toprak ağaları ve Kürt işbirlikçi hainlerine de egemen olan işbirlikçi burjuvazidir; ordu ve bürokrasi onun denetimi altındadır.
Emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin ve feodal kalıntıların devlet yapısı içindeki yerlerine bakılırsa, işbirlikçi burjuvazinin hem emperyalizmle, hem de toprak ağalığı ile işbirliği ve ittifak içinde olduğu görülür. Öte yanda işbirlikçi burjuvazi, hem emperyalistlerle, hem de toprak ağalığı ile çelişme içindedir. Özellikle de Kürt işbirlikçileri ile. Emperyalizmin de hem işbirlikçileri ile hem de toprak ağalığı ile aralarında çıkar çelişmeleri vardır. Emperyalizmin dayattığı programın uygulanması, daha doğrusu istendiği gibi uygulanması çeşitli zorluklarla karşılaşmaktadır. Fakat emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin ve feodal kalıntıların, esas olarak başta proletarya olmak üzere Türkiye-Kürdistan halkı ile arasındaki çelişme, içine düştükleri derin bunalım, onları birbirlerine muhtaç kılmaktadır. Emperyalistler işbirlikçilerine, işbirlikçiler de emperyalistlere muhtaçtır. Buna karşın, halkın devrim ve demokrasi mücadelesi geliştikçe, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi geliştikçe, Kürt ulusunun ulusal ve demokratik devrim mücadelesi geliştikçe, kendi aralarındaki çelişmeler de derinleşmektedir. Ancak yarı sömürge yapının tasfiyesi, emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin ve feodal kalıntıların tasfiyesini zorunlu kıldığı için bu güçler, ulusal demokratik ve toplumsal devrim görevlerini yerine getirmeye çalışan güçlere karşı birleşmek zorundadırlar. Ama yine de devrime karşı mücadelenin yönetimini, ekonomik hayatın yönetimini, yeni düzenlemelerin yönetimini, kısacası devletin yeniden örgütlenmesi görevlerini doğrudan doğruya kim eline alacaktır, sorusu cevap bulmalıdır… Siyasal ve toplumsal muhalefetin gelişmesi, ekonomik ve siyasal bunalımın günden güne derinleşmesine yol açmaktadır; emperyalizmin sömürü programı aksamaktadır. İşbirlikçi egemen sınıflar hem kendi iç çelişmelerini, hem de halkın gelişen mücadelesini çözecek ve önleyecek güçte değildir. Aciz kalmaktadırlar. “Ekonomik istikrar programı” uygulanamamaktadır. Emperyalizmin zararına gelişen toplumsal siyasal muhalefetin zamanında gereken müdahaleyi görmemesi, emperyalizmin dünya ölçeğinde, özelikle de Ortadoğu’da, giderilmesi zor zararlara uğramasına yol açacaktır. Bu nedenle;
Emperyalizm ile Rus sosyal-emperyalizmi arasındaki çeliş me;
Başta ABD ve Batı Alman emperyalistleri olmak üzere, em- peryalistlerle işbirlikçileri arasındaki çelişme;
Emperyalizmin işbirlikçileri ile başta proletarya olmak üze- re, en geniş halk kitleleri arasındaki çelişme;
Feodal kalıntılar ile emperyalizm ve işbirlikçileri arasındaki çelişme;
Emperyalizm ile çeşitli milliyetlerden Türkiye-Kürdistan halkı arasındaki çelişme;
Başta ABD olmak üzere emperyalizm yararına çözülmeliydi.
Bunun için de ordunun ve bürokrasinin önde gelen güçlü adamlarının emperyalizm tarafına kazanılması ve ağırlıklarını emperyalizmin çıkarlarından yana koymaları gerekiyordu. İdeolojik kılıf ve siyasi nedenler zaten hazırdı. İş maskeleri takınacak unsurları bulmaya kalıyordu. İşte 12 Eylül darbesi bu hesaplarla, ordu ve bürokrasinin önde gelenleri ile ABD emperyalizminin anlaşması sonucu ortaya çıktı. Komprador-asker-bürokrat-teknokrat bir tabaka, devlet yönetiminde, eski işbirlikçilerin yerini aldılar. Evren-Özal ikilisinde somutlaşan komprador-asker-bürokrat koalisyonu, ABD’nin, komprador-asker-bürokratlar eliyle, ordu ve bürokrasi içindeki egemenliğinin ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Bülent Ulusu kabinesi de bu uzlaşmanın bir yansımasıdır. Devlet, yine emperyalizmin, işbirlikçilerin ve toprak ağalarının devletidir. Ancak devlet yönetiminin ipleri, komprador-asker-bürokrat ittifakı temelinde ABD emperyalizminin eline ve denetimine geçmiştir. Emperyalistler, yarı sömürge ülkelerde, devlet yönetiminde açıkça yer almazlar; bu işi kendilerine bağlı işbirlikçiler görür.
Türkiye-Kürdistan’da yeni bir dönem başlamıştır. ABD yanlısı komprador-asker-bürokrat ittifakı temelinde gerçekleştirilen askeri faşist diktatörlük dönemi. Askeri faşist diktatörlük bir amaç değil, bir araçtır. Bu araç hangi amaçlar için kullanılacaktır? Devrim ve demokrasi güçleri bu soruya doğru cevap bulmalıdırlar; mücadele görevlerini ve taktiklerini doğru hesaplayabilmek için bu sorunun cevabı doğru bir biçimde verilmelidir. Eski işbirlikçiler de ABD yanlısı idiler. Ancak komprador-asker-bürokratların yanlılığı, yanlılıktan öte, bizzat ABD’nin çıkarlarının temsilcileri, ABD’nin memurları biçiminde ele alınmalıdırlar.
Devleti meydana getiren iki temel unsur, sürekli ordu ve bürokrasidir. Devlet bir taraf olduğuna göre, onu meydana getiren unsurların tarafsızlığından ve bağımsızlığından söz edilebilir mi? Kuşkusuz hayır!.. Tarafsız ordu, tarafsız bürokrasi olamaz. Devlet, baskı ve zulmünü ordu, polis ve bürokrasi eliyle, bunlara bağlı organlar ve kurumlar eliyle uygular. Bu nedenledir ki, devlet egemenliğini elinde bulunduranlar arasındaki çelişmeler, siyasi ve toplumsal alana yansırken, devlet egemenliğini ele geçirmenin kavgası da, gizli ve açık olarak sürer. Egemen sınıflar arasındaki ya da devlet egemenliğini elinde bulunduran sınıfın kendi içindeki çelişmeler, çeşitli kliklerin mücadelesi biçiminde dışa yansır. Çelişmeler barışçı yollarla çözümlenemez ise taraflar silahlı çatışma içinde olmak üzere her yolu kullanabilirler. Tarafların siyasi çalışmaları, halk kitlelerini kandırmanın yanı sıra esas olarak ordu ve bürokrasi içinde sürer. Klikler, bu iki temel unsuru saflarında tutmak için çırpınırlar. İşte 12 Eylül darbesi, böylesi bir çelişmenin sonucu ve ürünüdür. Ordu ve bürokrasinin kilit noktaları, kilit adamları aracılığıyla açıkça ABD emperyalizminin eline geçmiştir. Darbe sonrasının Türk devleti, Türk egemenlerinin devleti olmaktan çok, Türkiye ile yoğun ilişkiler içinde bulunan emperyalist burjuvazinin devleti haline dönüşmüştür. Bülent Ulusu’nun, NATO ve ABD ile ilişkilerin geliştirileceğini açıkça söylemesi, Şah’ın devrilmesinden sonra kaybedilen İran karakolu yerine Türkiye karakolunun kurulacağını ifade etmektedir.
12 Mart muhtırası ile 12 Eylül darbesi, aynı özden yola çıkmış, amaçları ve doğuş koşulları birçok konuda benzer ve birbirlerine bağlı iki karşı devrim hareketidir. 12 Mart, 12 Eylül’ün provasıdır, denilebilir. 12 Mart’ta ekilen tohumlar, uygun siyasi ekonomik ortamı bulunca 12 Eylül biçiminde can bulmuştur. Her iki hareket de, başta ABD olmak üzere, emperyalist çıkarları birinci plana almışlardır; işbirlikçilerin çıkarları eskiye oranla daha da geriye itilmiştir. Her iki hareket de işçi sınıfı başta olmak üzere geniş emekçi kitlelerin daha yoğun biçimde sömürülmesini, kazanılmış hakların gaspının ve başta gerçek komünistler olmak üzere, küçük burjuva devrimciler de içinde olmak üzere, yurtsever, devrimci ve demokrat işçileri, köylüleri, aydınları, ilerici halk önderlerini baskı ve zor altında tutmayı hedeflemiştir. Bölücülüğe karşı savaş çığlıkları altında Kürt ulusu üzerindeki terör ve baskı, her iki hareket için de değişmez bir görev olmuştur; siyasi programlarına, adına ne denli karşı çıkar görünürlerse görünsünler, askeri faşist diktatörlüğü koymuşlardır. Çünkü, sivil faşist diktatörlük, halkın mücadelesini durduramamıştır; emperyalistlerle işbirlikçileri arasındaki çelişmeler de derinleşmektedir. Gerek Türkiye-Kürdistan’da, gerekse Ortadoğu ve Balkanlar’da, Rus sosyal emperyalistleri ile ABD emperyalistleri arasındaki hegemonya kavgası kızışmaktadır. İran elden çıkmış, Afganistan Sovyet işgaline uğramıştır; askeri faşist diktatörlük zorunludur artık. 12 Mart’çılar bu işi başaramamışlardı. Bir yandan halkın muhalfeti, bir yandan egemenler arasındaki sürtüşmeler ve emperyalistler arası çelişmeler ve demokrat dünya kamuoyunun tepkisi, 12 Mart’çıların askeri faşist diktatörlük denemesini başarısızlığa uğrattılar. Yine de, 61 Anayasası’nda önemli değişiklikler yaparak, devletin faşistleştirilmesi doğrultusunda önemli adımlar attılar.
Diyebiliriz ki, 12 Mart’çıları başarısızlığa uğratan ulusal ve uluslararası koşullar, biçimsel bazı farklılıkların dışında 12 Eylül’cüler için de geçerlidir. 12 Eylül’ün Maskeli Beşler’i de, 12 Mart’ın generalleri gibi, kurmaya çalıştıkları düzeni yıkacak koşulları esas olarak kendileri yaratacaklardır. Daha şimdiden, Demirel’in ekonomi siyasetinin doğru olduğunu, bunu uygulamaya koyacaklarını söylemekle niteliklerini sergilemektedirler. Bu, Demirel’in ekonomik programı değil, İMF’nin programıdır. İMF programı işçilerin, köylülerin, geniş emekçi kitlelerinin daha yoğun sömürülmesini öngörmektedir. Yeni zamlar, yeni devalüasyonlar kapıdadır. 12 Eylül’cülerin devraldıkları ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullar, Toplumsal-Demokratik Halk Devrimi’ni zorunlu kılan çelişmelere sahiptir; devrimci-demokratların mücadele görevlerinin esas çizgisi değişmemiştir. 12 Eylül Cuma sabahından bu yana, Maskeli Beşler’in askeri faşist diktatörlüğünün yıkımını sağlayacak birikimler, eskilerinin üzerine eklenmeye başlamıştır; en azından siyasi bir devrimin nesnel ve öznel koşulları dokunmaktadır.
Eylül’cülerin görünürdeki başı Evren, askeri faşist darbenin amaçlarını şöyle sıralıyor:
“1. Milli birliği korumak,
“2. Anarşi ve terörü önleyerek, can ve mal güvenliğini tesis etmek,
“3. Devlet otoritesini hakim kılmak ve korumak,
“4. Sosyal barışı, milli anlayış ve beraberliği sağlamak,
“5. Sosyal adaleti, ferdi hak ve hürriyete ve insan haklarına dayalı laik ve cumhuriyet rejimini işlerli kılmak,
6. Ve nihayet makul bir sürede yasal düzenlemeleri tamamladıktan sonra sivil idareyi yeniden tesis etmektir.
“Bu amaçlara ulaşmak için bize yol gösterecek olan ışık, her zaman olduğu gibi Atatürkçülük ve ilkeleridir.”
Açıkça görüleceği gibi, amaçları içinde “bağımsızlık”, “demokrasi”, “özgürlük” sözleri, içi boşaltılmış kavramlar halinde bile yoktur. Onlara göre “özgürlük veya bağımsızlık” isteği anarşinin kaynaklarından biridir. Özgürlük ve bağımsızlık düşüncelerine karşı duydukları kin ve nefret gözlerini o denli karartmıştır ki, düşmanlıklarını gizlemeye bile gerek duymuyorlar. “Özgürlük veya bağımsızlık adı altında anarşinin ne okullarda ne üniversitelerde ne de sendikalarda serpilip boy atmasına imkan verilmeyecektir” diyebilmektedirler. Onlar, özgürlüklerin, bağımsızlığın ve demokrasinin yeminli düşmanlarıdırlar.
Evren’in siyasi-ideolojik yapısı iyi kavranılmalıdır. O’nun kafasında “demokrasi” diye bir kavram hiç oluşmamıştır. Diyor ki: “Türkiye’de otuz yılı aşkın bir süredir demokrasi rejimi vardır.”
Yani 1946’dan bu yana. Evren’in burjuva demokrasisinin içerik ve anlamını bilmediğini, bu anlamda Türkiye’de burjuva demokrasisinin hiç var olmadığı gerçeğini bir kıyıya bıraksak bile, Evren açıkça kabul ediyor ki, Türkiye’de 1946’dan önce demokrasi yoktu. Yani, Kemalizm ile demokrasinin bağdaşmadığını itiraf etmiş oluyor. 1946’ya kadar olan dönem Kemalist diktatörlüğün en koyu, en baskıcı, en zorba olduğu dönemdir. Değil işçilerin, köylülerin, ekonomik, siyasi ve demokratik hakları, burjuvazinin muhalefetteki kanadına bile hiçbir hak tanımıyordu. Burjuva muhalefet de aynı despotizmin baskısı altındaydı. Kemalist diktatörlük çeşitli milliyetlerden işçilere, köylülere kan kusturmuştur. En küçük demokratik kıpırtıyı süngü ile bastırmıştır. Aydınların ağızlarına kilit vurmuştur. Kürt ulusu üzerinde kitle katliamları gerçekleştirmiştir. Her fırsatta Atatürkçülük ve ilkelerinden söz eden Evren, böylesi bir dönemi yeni koşullarda yinelemeyi düşünüyor. O’nun Atatürkçülükten anladığı, baskı ve terördür. En küçük hak ve özgürlüklerin bile tanınmamasıdır. Grevlerin, söz ve düşünce özgürlüklerinin olmadığı bir ortam; tek parti egemenliği; silahların gölgesinde bir düzen; geniş yetkilerle donatılmış devlet başkanlığı kurumu… yani tek şeflik sistemi!
Evren’in demokrasi anlayışına bakılırsa neler yapmak istediği daha açık anlaşılır: O’na göre, “demokrasi faziletler rejimidir.” “Demokrasi fertten ferde faziletli insanların varlığı ile yaşar.” “Demokrasinin bütün özgürlükleri ona inananlar içindir. Demokrasi rejimini yıkmak, yerine başka bir rejim kurmak isteyenler, hele demokrasinin hak ve hürriyetlerini kullanarak emellerine ulaşmak isterlerse, demokrasiye inanmış milyonlarca faziletli insanın hak ve hürriyetleri nasıl korunacaktır.”
Peki, demokrasiye can veren demokratik kuruluş ve organlar olmadan, her sınıf ve tabakanın ekonomik, demokratik ve siyasi hakları tanınmadan, en temel insan hak ve özgürlükleri kullanılmadan burjuva demokrasisinden nasıl söz edilebilir? Evren’in kafasındaki “demokrasi”, demokrasinin hiçbir unsurunu taşımayan bir demokrasidir, yani anti demokrasidir.
Burjuva demokrasisi, esas olarak modern köle sahiplerinin demokrasisi ise de yine de burjuva toplumunun içerdiği bütün sınıf ve tabakalara, ekonomik, demokratik, kültürel, siyasal vb. her alanda, sınıf çıkarlarına uygun örgütlenmeler yapma hakkı tanır. Çünkü burjuva demokrasisi, burjuva toplumunu vareden zıtların demokrasisidir. Yani zıtlar, güçleri ve mücadeleleri oranında demokratik hak ve özgürlüklerden yararlanabilirler. ABD, İngiltere, Fransa, Batı Almanya, İtalya vb. ülkelerde burjuva demokrasisi işler. Bu ülkelerde burjuva demokrasisini savunanlar bu ülkelerin işçileri, emekçileri, küçük burjuvaları ve aydınlarıdır. Çünkü burjuva demokrasisi sosyalizme geçmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Elinden gelse burjuvazi demokratik hak ve özgürlükleri tanımaz; ama burjuva demokrasisi bağış değil, kan ve ateş içinden geçilerek kazanılmış bir haktır. İşte Evren’in anlamadığı budur. Bu yaklaşımla Evren’in neler getireceği yabancımız değildir.
“Milli birliği korumak” diyor Evren.
Ne demek istiyor? Ulus, ezen ve ezilen sınıfları da içinde taşıyan toplumsal bir kategoridir. Burjuvaziyi de, proletaryayı da bağrında taşır. Toprak ağası ve köylülük ve küçük burjuvazi ulusun içindedir. Bu anlamda Evren diyor ki, biz sınıfsız bir toplumuz. Burjuvazi proletarya diye bir şey yoktur. Ezen ve ezilen yoktur. Sınıf mücadelesi diye bir şey tanımıyorum.
Sınıf mücadelesi ve onun temeli olan sınıfların varlığı Evren’in iradesine bağlı değildir. O bir taraf olarak işçilerin, köylülerin, küçük burjuvazinin ve geniş emekçi kitlelerin devrimci sınıf mücadelesine karşı çıkacaktır. O, sömürülen sınıfların sömüren sınıflara karşı direnişini ezerek, ezenle ezilen arasındaki birliği sağlamak istiyor. Yani ezilen sınıfların teslimiyetini istiyor. O, ezilen Kürt ulusunun ulusal varlığını inkâr ederek emperyalizmin ve uşaklarının çıkarlarını egemen kılmak istiyor. O’nun dediği “milli birlik”, ezen sınıflarla ezilen sınıfların, ezen ulusla ezilen ulusun, ezen sınıf ve ezen ulus çıkarına birliğidir. Evren’in gücü, ne sınıf mücadelesini durdurmaya yetecektir, ne de Kürt ulusunun ulusal uyanışını ve bağımsızlık savaşını. O’nun görevi şudur: Emperyalist köleliğe başkaldıran, “özgürlük… bağımsızlık…” diyen gerçek ulusal güçleri silah zoruyla ezmek; Kürt halkı üzerinde baskıları artırmak; sınıf uzlaşmacılığına karşı çıkanları cezalandırmak, cezaevlerine doldurmak ya da temizleyerek ayıklamak, devrimci önderleri ezmek, devrimci örgütlenmeleri yok etmek. “Sosyal barışı milli anlayış ve beraberliği sağlamak” derken de anlatmak istediği budur.
Milli olmanın birinci koşulu anti emperyalist olmaktır. Ülkenin bağımsızlığını savunmadan milli olunamaz. Hem ABD emperyalizminin uşaklığını yapacaksın, hem de “milli” olmaktan söz edeceksin. Hem bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin azılı düşmanı olacaksın hem de “milli birlik”ten söz edeceksin. Bu, “milli birlik” çağrısı değil, “milli birlik düşmanlarına teslim olma” çağrısıdır. Bu çağrıya uymayanları ezecektir Evren; bunun için de devlet otoritesini “hakim kılmak” gereklidir. O’nun devlet otoritesini hakim kılmak derken anlatmak istediği, halkın mücadelesi ve egemenlerin kendi aralarındaki çelişmeler nedeniyle sarsılmış bulunan baskı organlarını yeniden örgütlemektir. Yeni bir anayasayı hazırlayarak, yeni yasalar çıkartarak, yeni baskı kurumları oluşturarak, halkı baskı ve terör altında tutmak istiyor Evren. Ancak, tasarladıklarını gerçekleştirme olanağını hiçbir zaman bulamayacaktır Evren.
Askeri faşist diktatörlüğün gerçek amaçlarını şöyle formüle edebiliriz:
1. Başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin ekonomik, askeri ve siyasi çıkarlarını korumak, savunmak ve geliştirmek. Ortadoğu ve Balkanlar’da bir ABD ön karakolu olarak, devleti, bütün organ ve kurumlarıyla yeniden örgütlemek.
2. Türkiye-Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, doğal kaynaklarının emperyalistler tarafından sömürülmesinin önünde varolan her türlü engeli, engellerin niteliklerine göre, çeşitli yöntemlerle kaldırmak. Eski işbirlikçilerle emperyalist efendileri arasındaki çıkar ilişkilerini koordine etmek ve yeniden düzenlemek.
3. Muhalefet yürütebilecek burjuva kesimler de içinde olmak üzere, askeri faşist diktatörlüğe karşı yürütülecek her türden toplumsal-siyasal muhalefeti değişen oranlarda ezmek ve baskı altında tutmak. Bunun için gerekli “yasal” önlemleri almak. Ordu ve bürokrasi kademelerinde bulunan “sakıncalı” unsurları ayıklamak.
4. Başta 61 Anayasası ve bu Anayasa’dan can alan haklar olmak üzere, işçilerin, köylülerin ve şehir küçük burjuvazisinin kazanılmış ekonomik-demokratik haklarını çeşitli bahaneler uydurarak gaspetmek; insan hak ve özgürlüklerini son derece kısıtlamak. Anayasa’yı, partiler ve seçim yasalarını yeniden düzenleyerek paremento çoğunluğuna dayalı sivil faşist diktatörlük için gerekli önlemleri almak.
5. Kürt ulusu ve ezilen halklar üzerinde zaten varolan baskıları yoğunlaştırmak ve ulusal kurtuluş isteklerini en kanlı bir biçimde ezmek; asimilasyonu hızlandırmak.
6. Toplumsal ve kültürel hayatı, faşist ideoloji ve siyaset temelinde yeniden düzenlemek, eğitim kurumlarını buna göre yeniden örgütlemek; “sakıncalı”, “tehlikeli” unsurları ayıklamak.
7. Devlet olanaklarını kullanarak, “tarafsızlık” maskesi altında, askeri faşist diktatörlüğe kitle tabanı oluşturmak; ve tabanı alabildiğince eğiterek ve koşullandırarak, gelecekte düşünülen sivil faşist diktatörlüğün esas kitlesel dayanağı haline getirmek. Siyasi bilinç düzeyi geri, sınıfının bilincine varmamış milyonlara, burjuva partilerinin kısır çekişmelerinden yılmış, yorulmuş, güvenlerini kaybetmiş milyonlara, ilk bakışta hoş görünecek ekonomik, siyasi önlemler alırken, diğer yanda devrimci-demokratik hareketi ve hareket içinde yer alan örgütlenmeleri ezebilecek, açığa çıkartabilecek, etkisiz kılabilecek yeni baskı organ ve kurumlarını oluşturmak; hem aldatma yöntemlerini hem de şiddet otoritesini tam anlamıyla egemen kılmak.
8. Başta Maskeli Beşler olmak üzere, komprador-asker-bürokrat burjuvazinin siyasi-ekonomik geleceklerini garanti altına almak, onların sivil faşist diktatörlük halinde bile görevlerini sürdürmelerinin “yasal” düzenlemelerini yapmak.
9. Ve “nihayet” emperyalizmin, işbirlikçi kapitalizmin çıkarlarını güvence altına alan düzenlemeleri yaptıktan sonra, devrim ve demokrasi güçlerini ve ayrıca Sovyet yanlısı revizyonist ve sosyal faşist güçleri, uzun bir süre toparlanamayacak biçimde ezdikten ve etkisiz kıldıktan, kitleleri olduğunca öndersiz ve örgütsüz bıraktıktan sonra, “makul” bir biçimde askeri faşist diktatörlüğü, sivil faşist diktatörlükle değiştirmek. İşte Maskeli Beşler’in görevi budur.
Askeri faşist diktatörlük, anti faşist güçlere karşı, aralarında varolan önemli görüş ayrılıklarına bakmaksızın, baskı ve terör uygulayacaktır. Mücadele biçimlerindeki farklılıklar ne olursa olsun, askeri diktatörlüğü kaçınılmaz bir biçimde gündeme getiren siyasal-toplumsal güçler, amaçlarına ideolojik içeriklerine ve mücadele biçimlerine göre değişen oranlarda askeri faşist diktatörlüğün düşmanları sayılacaktır. Bu nedenle, askeri faşist diktatörlüğün yalnızca devrimcileri, özellikle de “proleter devrimciler”i hedef alacağını söylemek yanlış olur. Yanlışlığın ötesinde “kuruntu” olur. Kabul etmek gerekir ki, Demirel-Türkeş faşist diktatörlüğü, yalnızca devrimcilerin, demokratik halk güçlerinin siyasi, ekonomik, toplumsal mücadelesi ve muhalefeti ile değil, revizyonistlerin, sosyal faşistlerin, Çin yanlısı “üç dünya”cı karşı devrimcilerin, CHP’nin, MSP’nin, ve hatta halkın kendiliğinden yükselen mücadelesinin de katkılarıyla yerini (esasta Demirel-Türkeş faşist diktatörlüğünün bir biçimi olan) askeri faşist diktatörlüğe bırakmıştır. Demirel-Türkeş diktatörlüğünü “proleter devrimciler” yıktı ya da yıkılışa “önderlik” etti demek siyasi sahtekârlık olur. Önemle belirtilmelidir ki, orta yolcu maceracı akımların bu değişiklikte payları oldukça büyüktür. Biz, küçük burjuva maceracı akımların faşist diktatörlüğe karşı mücadelesini, niyetlerinin tarihi doğruluğu açısından, yani emperyalizme ve ABD’ci faşist diktatörlüğe karşı olmaları açısından, demokratik devrim için savaşıyor olmaları açısından desteklerken, siyasetlerinin maceracı niteliğine, eylemlerinin sonuçları açısından halka ve devrime verdiği sayısız zararlara karşı çıkıyoruz. İşçi sınıfının devrimci önderliğini reddeden, onun yerine küçük burjuvazinin önderliğini koyan, nesnel koşullara uygun öznel koşulların yaratılmasını reddeden, kitlelerin içinde bulundukları ruh halini hesap etmeyen siyasi hareketler kendilerine ne denli “Marksist-Leninist” adını uygun görürlerse görsünler, Marksizm-Leninizme ters düşmekten ve devrim zararlısı olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bu hareketler, kitlelerin bilimsel sosyalizm konusundaki bilgisizliklerinden, siyasi geriliklerinden, iyi niyetle devrim arzulayan coşkulu yanlarından ne denli yararlanırlarsa, çevrelerine ne denli fedakâr yiğit insanları toplayabilirlerse, devrime o denli zararlı olacaklardır. Çünkü çevrelerine toparladıkları insanları Marksizm-Leninizmin bilimiyle donatamayacaklar, üstelik küçük burjuva ideoloji ve siyasetin hastalıklarıyla sakatlayacaklardır.
Denebilir ki, Demirel-Türkeş faşist diktatörlüğü, değişik ve hatta birbirlerine zıt siyasi, toplumsal ve ideolojik noktalardan hareket eden ve değişik amaçlara sahip siyasal güçlerin yıkmayı ya da değiştirmeyi tasarladıkları bir hedefti. Ancak bu diktatörlüğün yıkılması halinde yerine nasıl bir toplumsal-siyasal düzen konulacaktır; nasıl korunacaktır; bu mücadelede proletaryanın, emekçi köylülüğün yerleri ne olacaktır; dünya gericiliğine karşı nasıl bir tavır alınacaktır sorularında birbirleriyle çelişen ve hatta uzlaşmaları mümkün olmayan görüşler vardı. Amaçlarının özü bakımından birbirleriyle uzlaşmaz çelişmeler taşıyan siyasal-toplumsal güçlerin aynı hedefe namlularını çevirmiş olmaları yadırganmamalıdır. Farklı siyasi, toplumsal, ideolojik amaçlar taşıyor olmalarına karşın, değişik içeriklere sahip siyasi hareketlerin mücadele hedeflerinin çakıştığı tarihi dönemler olabilir. Ancak hedefin aynı olması, bu hedefe karşı savaşanların eylem birliği yapması için yeterli bir neden değildir. Örneğin askeri faşist diktatörlüğe karşı savaşmak zorunda olan Sovyet yanlıları ile bizim eylem birliğimiz düşünülemeyeceği gibi, onlara karşı mücadelemizi çok yönlü şiddetlendirmek özel bir görev olacaktır. Çünkü bizim amacımız önümüzdeki aşamada gerçekten bağımsız, demokratik ve yarı-sosyalist karekterli bir toplum kurmaktır. Biz buna toplumsal-demokratik düzen diyoruz. Oysa Sovyet yanlısı revizyonistlerin amacı, ülkeyi Sovyet hegemonyası altına sokmaktır; onların toplumsal devrim diye bir amaçları yoktur.
Çeşitli gruplarla aramızda varolan siyasi-ideolojik kavrayış farklılıklarına, devrim anlayışlarımızda varolan farklılıklara karşın, nasıl ki Demirel-Türkeş faşist diktatörlüğüne karşı farklı konumlarda, farklı noktalardan, farklı mücadele biçimleri ile savaştıysak, askeri faşist diktatörlüğe karşı da öyle savaşacağız. Ancak devrim ve demokrasi güçleri arasındaki birlik eksikliğinin, dayanışma eksikliğinin kimlerin işine yaradığı acı deneylerle görülmüştür. Grupçuluğun yarattığı yıkıntılar, güvensizlikler onarılmalıdır. Bu konuya devrimci bir biçimde yaklaşılmalıdır. Grupçuluğa karşı mücadele, karşı devrime karşı mücadelenin en önemli bir parçasıdır. Grupçuluğu yenmeden, etkisini en aza indirgemeden karşı devrimi yenmemiz zor olacaktır… İkinci olarak; kendi yapımızı gözden geçirmeliyiz.
Hareketimiz henüz komünist bir hareket, Marksist-Leninist çizgiyi bütün içeriği ve özü ile hayata geçiren proleter devrimci niteliğe sahip bir hareket değildir. Marksizm-Leninizmi kendimize kılavuz edindiğimizi söylemek hareketimizin komünist olduğu anlamına gelmez. Hüreketimiz içinde tek tek komünistlerin bulunması da “komünist” adını kullanmamız için yeterli bir neden değildir. Açık yüreklilikle kabul edilmelidir ki, ne denli iyi niyetli olursak olalım, ideolojik ve siyasi tesbitlerimizin doğruluğu ne denli hayat tarafından onaylanıyor olursa olsun, hareketimiz henüz örgütsel yapısı gereği “devrimci-demokrat” adına layık olabilecek pratik çalışmalar bile gösterememiştir. Bu yapı değişmediği sürece devrim görevlerimizi yerine getirebilmemiz mümkün olamayacaktır.
Devrimci bir örgütlenme doğrultusunda gelişebilmemizin birinci koşulu, saflarımızı, sağ olsun, “sol” olsun oportünistlerden, kararsızlardan, kariyerist ve sekter unsurlardan arındırmak olmalıdır. Hareketimizin gelişebilmesi, onun gelişmesine ayak bağı olan unsurlardan kurtulmasıyla mümkün olacaktır. İçinde sağ ya da “sol” oportünist unsurları barındıran, onları dıştalamayan bir hareket, saflarını oportünistlere kapalı tutamaz. Oportünizmle gerek kendi içlerinde, gerekse kendi dışlarında barış içinde bir arada yaşayanlar devrim yapamayacakları gibi, devrimin engeli olmaktan da kendilerini kurtaramaz. Askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadele, bir yönüyle emperyalizme, işbirlikçi kapitalizme, feodal kalıntılara ve komprador-askeri-bürokrat burjuvaziye karşı hayatın her alanını kapsayan bir mücadele iken; bir yönüyle de kendi içimizde, revizyonizme, reformizme, oportünizme ve her türden burjuva anlayışlara karşı mücadele olmalıdır. Siyasal ve toplumsal olayları doğru değerlendirmek yeterli değildir. Önemli olan teorik doğruları doğru bir biçimde pratiğe aktarabilmektir. Devrim, devrimci teori ve devrimci pratiğin birliği ile mümkündür. Bunun bilincinde olmayan kadrolar devrime zarar verecektir. Bu nedenle, karşı devrim karşısında bizi zayıf düşüren her şeye karşı da acımasız olmak zorundayız.
Sonuç Olarak
Askeri faşist diktatörlüğe karşı mücadele görevlerimizi şöyle formüle edebiliriz:
1. Başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin ekonomik, askeri ve siyasi çıkarlarına karşı savaşmak. Onların emperyalist tabiatlarının içeriğini, askeri faşist diktatörlük ile ilişkilerini, somut olay ve belgelere dayanarak kitlelere açıklamak. Bunların ulusal bağımsızlığımız önünde engel olduğunu, kurtuluşun ancak ve ancak devrim yoluyla olacağını kavratmak; yılmadan, sabır ve inatla emekçi kitlelere, anti emperyalist ulusal-demokratik ve sosyalist bilinç taşımak. Bu görevleri yerine getirirken, silahlı eylemler de içinde olmak üzere, her mücadele biçim ve organından yararlanmak. Ancak kitlelerin içinde bulunduğu ruh halini, işçilerin ve yoksul köylülerin somut durumlarını dikkate almayan silahlı eylemlerden kaçınılmalıdır. Polis, jandarma ve askere gelişigüzel ateş açılmamalı, bombalı pankratlar asılmamalı, halka zarar verecek bombalı eylemlerden sakınılmalıdır. Her eylem siyasi sonuçları açısından halka hizmet etmelidir.
2. Başta sanayi proletaryası olmak üzere, proletaryanın en geniş kitlesiyle bağ kurabilmek için her olanak değerlendirilmelidir; bilinç düzeyi ileri, çevrelerinde sevilen, güvenilen işçi önderlerinin kazanılmasına özel bir önem gösterilmelidir. İleri işçileri kazanmadan proletaryayı örgütlememiz mümkün değildir.
Proletarya, devrimimizin ideolojik-siyasi ve örgütsel önderidir. İşçi-köylü ittifakı devrimimizin temel gücüdür. Bu temel üzerinde, devrime katılacak güçler kazanılmalıdır. Proletaryanın devrimci partisi, devrimci ordu ve birleşik halk cephesi çalışmaları, birbirine bağlı olarak yürütülmelidir.
İlk aşamada, askeri faşist diktatörlüğe karşı olan bütün halk güçlerini bağrında taşıyan ve en geniş halk kitlelerinin iradesini temsil eden eylem birliği çalışmaları sürdürülmeli ve bu çalışmaların başarısı halinde demokrasi için devrimci direniş ordusu kurulmalıdır.
3. Askeri faşist diktatörlüğün ekonomik, siyasi, ideolojik eylemleri ve programlarının içeriği, bunların doğuracağı sonuçlar, sürekli bir biçimde kitlelere açıklanmalıdır. Legal ve illegal olanaklar kullanılmalı, özellikle illegal yayın ve dağıtım bütün ülke çapında örgütlenmelidir. Bildiri, broşür ve gazetelerin çok merkezli basım ve dağıtım işleri önemle ele alınmalıdır.
4. Yeni anayasa çalışmalarına, partiler ve seçim yasalarına faşizmin amaçları sergilenerek karşı çıkılmalı ve emekçi kitleler ve en geniş halk yığınları bu konularda aydınlatılarak faşist diktatörlüğe karşı seferberlik ilan edilmelidir.
Biz demokratik bir anayasa istiyoruz. En geniş siyasi özgürlükler istiyoruz. Kazanılmış hakların gaspını değil, hakların daha da genişletilmesini istiyoruz. Daha geri bir parlamento değil, daha ileri, devrimci-demokratik nitelikli bir halk meclisi istiyoruz. Meclise girişte işçilerin, köylülerin, küçük burjuvazinin, milli burjuvazinin zararına bir sınırlama değil, tersine sınırlamaların kaldırılmasını istiyoruz. Sınırlamalar faşizmin, gericiliğin önüne konulmalıdır.
5. Kürt ulusu ve ezilen halklar üzerindeki baskılara karşı çıkmak, Kürt ulusunun bağımsız siyasi devletini kurma hakkı da içinde olmak üzere, ulusal ve demokratik bütün haklarını savunmak görevimizdir… Bu görev anti emperyalist, anti faşist, anti feodal, anti sömürgeci mücadele görevleri ile birlikte yürütülmelidir. Kürt, Türk ve ezilen halkların düşmanları ortaktır; ortak örgütlenme, zaferin en temel koşuludur.
6. Toplumsal-kültürel hayatın faşistleştirilmesine ve eğitim kurumlarının gericileştirilmesine karşı mücadele edilmelidir. Askeri faşist diktatörlüğün kitleleri aldatmasına karşı mücadele etmek, sürekli ajitasyon, propaganda ve siyasi eğitim çalışmasını gerekli kılar. Kılcal damarlar halinde, kitlenin en derinlerine kök salınmalıdır. Halkın bulunduğu her yer çalışma alanımız olmalıdır. Aydınların, yazar ve sanatçıların faşizme karşı kazanılması çok büyük bir öneme sahiptir. Aydın, sanatçı ve yazarlardan güçlü bir ordu kurmalıyız.
7. Faşistlerin dışında, siyasi görüşleri ne olursa olsun, askeri faşist diktatörlüğün darbesini yiyen, bütün unsurlara yakın ilgi göstermeliyiz. Tutuklanan, öldürülen, yaralanan ve çeşitli zararlara uğrayanların aileleriyle sıkı bağlar kurmalı ve yardımlaşma çalışmalarını hayata geçirmeliyiz.
8. Başta Maskeli Beşler olmak üzere, emperyalist uşağı komprador-asker-bürokratların kişiliklerini, niyetlerini kitlelere açıklamalı, onların halk düşmanı niteliklerini gözler önüne sermeliyiz.
9. Askeri faşist diktatörlüğün yerini sivil faşist diktatörlüğe bırakmasına izin verilmemeli, faşist devlet otoritesi hem kitleleri eğitip bilinçlendirerek, hem de ona karşı haklı zeminlerde silahlı eylem yürüterek sarsılmalı ve yıkılmalıdır. Toplumsal-Demokratik Halk Devrimi’ni gerçekleştiremeyişimiz halinde bile, en azından siyasi bir devrimin ön koşulları yaratılmalıdır.
10. Yukarda belirtiğimiz görevlerin yerine getirilebilmesi, ögrütlenmemizin niteliğine bağlı olacaktır. Leninist örgütlenme ilkeleri hayata geçirilmeden proletaryanın zaferi mümkün değildir.
Sarsılmaz inancımız o ki;
Askeri faşist diktatörlüğü yıkacağız; Toplumsal-Demokratik halk diktatörlüğünü kuracağız!..
Askeri faşist diktatörlüğe karşı olan yurtsever, demokrat, devrimci işçiler, köylüler, emekçiler, aydınlar… “Demokrasi Bayrağı” altında güçlerimizi birleştirelim… enerjimizin her damlası düşmanımıza bir tokat haline getirilmelidir… Zafer güçlü kollarımızın olacaktır…
1 Comments
Evet ülkemizde bir işbirlikçi burjuvazi var. Ama işbirliğini BATI'nın en ilerici unsurları ile yapmış olduğu artık ortaya açık-seçik çıkmıştır (rantiyeler ve ırkçılar seslerini yükselttiklerinde Türkiye'de fabrikalar kapanıyor). Nasıl ki Japon işçileri “haydi arkadaşlar, bir saat de İmparator için çalışalım” diyorlarsa; DiSK'e bağlı işçiler de “haydi arkadaşlar, bir saat de Albert Schweitzer için çalışalım”, “(...) bir saat de Martin Luther King için çalışalım”, “(...) bir saat de JFK için çalışalım” diyebilmelidirler. Vardiya çıkışında da hepbir ağızdan Joan Baez'in “We shall overcome” nâmesini söylemelidirler.
ReplyDelete